Tilkiler, Antalya, 17-21 Ocak 2017
Geziye Katılanlar: Emre Can Güzel, Hakan Eğilmez, Gamze Baydemir, Burak Dindar, Uğur Özkan, Bensu Elmacı, Nermin Akın, Gökhan Bayraktar, Mehmet Özgün Demir, Burak Gökyer, Erdi Şencan, Recep Can Altınbağ, Elif Selen Argadal, Seyyidi Kerim Parlak, Resul Ekrem Zengin, Sedat Delen
… Cuhara, topu eliyle uzaklara doğru fırlatır. Top ekrandan çıkar, havadadır artık. Arif ve Taşo gözleri kısık, karşı takımın içinden geçmeye hazır şekilde ileriye bakıyorlardır. Arif, ona bakmadan:
- Atıyo muyuz Taşo?
- Atıyoruz Arif…
Emre botların küreklerinin bulunduğu çantayı bana verdiğinde, Tilkiler mağarasındaki ilk çıkışın başındaydık. Sadece ikimiz vardık. Ona da aynı şeyi sordum:
- Atıyo muyuz Emre?
O da aynı şekilde cevapladı:
- Atıyoruz.
Atamadık…
Açıkçası sonrasının teferruat olduğu söylenebilir ama her gezinin bir gezi yazısı olmalı:
Aylar öncesinde, kış gezisinde nereye gidelim düşünceleri başladığında, Emre ile Özgün’ün aklına nasıl olduğunu tam bilmediğim bir fikir geldi; “Tilkiler’e gidelim!”. Fikrin sahipleri Obruk ve AKÜMAK’ın etkinliğine yanlayarak mağaraya bakmaya Antalya’ya gittiler. Çok olumlu şekilde geri döndüler ve hazırlıklar başladı.
35 yıl önce Fransızların çizdiği harita üzerinden planlamalar yapıldı. Her gün salonda tırmanma çalışanlar, sabah gün doğmadan (Ama altını çiziyorum saat 7.30 yani 6 falan değil. #saatlereskihalinedöndürülsün.) kulübün önündeki basket sahalarında koşuya çıkanlar, annelerine, anneannelerine yarasalı kazak diktirenler ve diktirenleri kıskanlar, derslerini bırakanlar… Çok motive şekilde hazırlanmaya başlamıştık. Aramızda inanmayan yok gibiydi. 1 ay kaldı, 20 gün, 10 gün, görevlendirmeler, dilekçeler, gün geçtikçe heyecanımız artıyordu. Uzun zamandır ayrı kalınan sevgiliyle buluşma gününü bekler gibi bekliyorduk. Gezi alışverişleri yapıldı, sağdan soldan eksik malzemeleri de toparladık ve 17 Ocak Salı günü saat 9 civarı yola otobüsümüz, son zamanlarda tanıştığımız en kral şoförle harekete başladı. Şoför baya kraldı ama gerçekten.
Uzun bir yolculuktan sonra Manavgat’ta sebze, meyve ve ekmek almak ve kahvaltı yapmak için durduk. Daha sonra köy yoluna doğru yöneldik. Yolda ilerlerken dağların eteklerinde kar olduğunu görmemiz ve mağaranın civarındaki derede yoğun bir su akışı gözlemlememiz golü atamayacağımızın emareleri gibiydi. Su almak için yol üstünde bir evin önünde durduk. Suları doldururken evde yaşayan “portakalları güzel olan” teyze bize portakallarından verdi. En sonunda 12 civarı kamp alanına vardık. Eşyaları taşımaktı, çadır kurmaktı derken ilk ateş 13:55’te yakıldı. O günün planlaması yapıldı. Öncü olarak Emre, Hakan, Erdi, Burak G ve ben mağaraya girip mağara kampını kurup harita üzerindeki ilk soru işaretine bakacaktık. Daha sonra Uğur ve Özgün girip daha sonraki ekiplerin daha rahat etmesi için hagadalı yerlerde tutunmak için döşeme yapacaklardı ve ardından kadınlar shifti yönlerin daha rahat bulunması için reflektör koyacaklardı. Belli bir saatten sonra da geride kalan grup kampa çanta taşımakla görevlendirildiler. Öncü ekip 15:10’da mağaraya girdi. İlk çıkışın olduğu yerin altı 66 metrelik bir çukurdu ve su yaklaşık olarak 63 metre yükseklikteydi yani -3 metrede su doluydu J.
Emre ilk çıkışı döşedi, döşerken yoğun bir su sesi duyduğunu ama çok önemsemediğini söyledi. Daha sonra teker teker büyük bir heyecanla çıkmaya başlandı. En son yukarıda anlattığım gibi Emre ve ben kaldık. Golü atamayacağımızı anlamamıza çok az kalmıştı. Emre bana “atıcaz” cevabını verip yukarı çıktı ve yukarıdakilerle beraber oradan devam edeceğimiz yolu aramaya başladı. Daha önce geldiği zaman hatırladığı yolda geçemeyeceğimiz şekilde su akışı vardı. Yukarı çıktığımda yanlış hatırlıyor olabilir mi diye sağa sola bakınıyorlardı.
Özgün ve Uğur’un sesini duyunca onlara seslendik ve bir de Özgün’den bakmasını istedik. Ben de onunla suya bakmaya indim. Doğru yol orasıydı ama o suya elini veren kolunu kaptırırdı gerçekten. Ve o an anladık. Atamamıştık.
Mağara içinde biraz oturduk, hazmetmeye çalıştık, dört gün ne yapabileceğimizi konuşup mağaradan çıktık. Kamp alanına vardığımızda reflektör yapıştıracak ekip kuşanmışlardı ve mağaraya girmeye hazırlardı. Omar Süleyman- Warni Warni eşliğinde onlara durumu açıklayıp expedisyonun patladığını anlattık. Bizim yaşadığımız hayal kırıklığı ve recovery sürecini yaşadılar. Biz o konuda onlardan daha ön safhada olduğumuz için süreci yaşamalarını hızlandırdık, biraz warni warni eşliğinde halay çekip rahatladık. Daha sonra “bari yatayda sedye taşıyalım” diyerekten mağaraya girdik ve Gamze’nin yattığı sedyeyi mağaranın bulunmasına vesile olan tünellerde taşıdık. Daha sonra mağaraya girmek isteyenlerden oluşan ekip mağaraya girdi ve o akşamı o şekilde bitirdik. Daha doğrusu ben bitirdim erkenden uyudum çünkü.
Ertesi gün saat 10 civarı Hakan’ın “Gökhan mağara buldum lan” demesiyle uyandım. Expedisyonumuz artık dört günlük kafa tatili haline gelmiş olayazdığından herkes uyuyordu (çadırların dibinde en yüksek sesle warniwarni’yi mi dinletmedik, bazılarının direk üstüne/aralarına mı atlamadık? Türlü türlü şebekliklere rağmen kimsenin pazar sabahı uykusunu engelleyemedik L) ama kendi deyimiyle Hakan’ın mekanizma çalışmaya başlamış ve etrafa bakınmaya gitmiş. Tilkiler mağarasının içinden geçmemizi engelleyen suyun kaynağını ve kamp alanına yakın bir yerde bir mağara bulmuş. Sabah yumurtalı, salçalı sosisli (baya lezzetliydi ya) keyif kahvaltısından sonra Emre, Hakan ve Gamze yeni bulunan mağaraya bakmaya ve haritasını çıkarmak için ölçüm yapmaya gittiler. Geri kalanlarımız Tilkiler’in içindeki tünellerde ölçüm yapmaya gittik.
Beşerli altışarlı ekipler halinde Uğur, Özgün ve Nermin’in rehberliğinde ölçüm nasıl yapılır öğrendik ve pratik yapma imkânı bulduk. Eş zamanlarda, yeni mağaraya bakmaya giden ekip birkaç tane daha mağaramsı delikler bulmuşlar ve yanlarına Burak G’yi alarak oralara bakmışlar. Gamze ve Burak G de döşeme konusunda tecrübe edinmiş. Herkes bir şeyler ile meşgul olma gayreti içerisindeyken kampta kalma görevini de tahmin edeceğiniz üzere Erdi Şencan üstlenmişti. Günü bu şekilde geçirdik ve akşam kamp ateşi başında toplandık. Her zamanki oyunları oynamaya çalıştık ama içten içe kimse eğlenmiyor gibiydi.
Blue Mountain State dizisinde 3. sezon sonunda, BMS futbol takımı (Amerikan futbolu) şampiyonluk maçına türlü sebeplerden ötürü koçundan ve birçok oyuncusundan eksik çıkar ve maçı kaybederler. Herkeste moraller diplenmiştir. Takım kaptanı Thad Castle kırsalda bir yerde futbol sahası inşa eder ve rakip takımı buraya davet eder. Amaç rakiple tarafsız sahada, medya olmadan, iki takımın da tam kadro oynayabilecekleri ve kimin daha iyi olduğunun anlaşılacağı bir maç yapmaktır. Fakat takımın QB’si (oyun kurucu) Alex Moran bunun saçma bir fikir olduğunu düşünmektedir. Thad ona şöyle seslenir:
- “Son günlerde biranın tadı eskisi gibi güzel değil, değil mi?
- …
- Sen kazanmanın tadını aldın.
- Artık geri dönüş yok.
- Bir kez onu gördün mü bira tadını kaybeder, seks cazibesini kaybeder, esrar kafalılığını kaybeder ta ki, yeniden kazanana kadar.”
(Bir vampir-köylü oynayacaksın diye ne tatava yaptın diyenleri dışarı alalım lütfen!!)
Bir sonraki gün için planlamaları yapıp geceyi tamamladık. Ertesi sabah yani 20 Ocak sabahında mağara kampı için ayrılan ton balıklarını kahvaltıda gömdük ve önceki akşamki planlara göre ekiplere ayrıldık. Uğur, Erdi, Buraklar ve ben kamp alanından görünen tepelerde yüzey yapmak üzere kamptan ayrılırken; Özgün, Emre, Gamze ve Eko Tilkiler’de ilk çıkıştan gidebildiğimiz yere kadar olan kısmı, Nermin ve saz arkadaşları da (Sedat, Kerim, Recep, Bensu) bir önceki gün bulunan mağaramsıları ölçmeye gittiler. Diğerlerinin ne yaptığını tam bilmiyorum ama yüzey yaparken gerek muhteşem manzara, gerek “lan belki bir şey buluruz” heyecanı, gerek telefonun çekmesi açısından o dört gündeki en keyifli zamanlarımı geçirdim. Sonuç olarak kayda değer bir şey bulamadık. Ama dönerken karanlıkta kaybolayazmamız ve silahla yolumuzun kesilmesi gibi olaylarla adrenalin ihtiyacımızı da gidermiş olduk.
Köyün muhtarına haber vermesi gereken arkadaşın haber vermemesi sayesinde, karanlıkta ışıklarımızı fark eden bir köylü tarafından yol üstünde yolumuz kesildi. Adam silahı elinde, çatışmaya girmeye hazır halde arabasından indi. Kendisini inandırmamız biraz zor oldu ta ki Burak G’den o ikna edici cümle gelene kadar; “Abi sen şimdi o elindekini bırak, gel bizim kampımıza bir çayımızı iç. (lol)”. Belli yerleri aradıktan sonra adam bize inandı ve gitmemize izin verdi.
Kampa döndüğümüzde herkes ateş başındaydı. Cumartesi günü yola çıkacağımız kararlaştırıldı. Belli oyunlardan sonra SelenA’nın ebe olduğu sayko oyununu oynadık. Pattes olan pattes olana sevgili okuyucular. Bilgi vermeyeceğim ama çok eğlenceli dakikalar yaşadık.
Geceyi o şekilde tamamladık. Sabah erken saatlerde kahvaltı yapıp, kampı topladık ve Antalya’ya doğru yola çıktık. Planımız akşam 9’a kadar Kaleiçi’nde takılıp İstanbul’a dönmekti. “Kale orda mı?, Deniz orası mı? sorularıyla Emre’yi bıktırdıktan ve bir yerde oturup bir şeyler içtikten sonra İstanbul’a dönecek olanları uğurladık. En son Emre, Nermin ve ben Emrelere doğru yollanmaya başladık.
Dört günün sonunda, elimizde somut bir başarı olmadan, çok pahalıya mal olan bir dersle eve doğru yürüyorduk. Belki ümit kırıcı bir başarısızlık yaşamıştık ama bunca hazırlığın bize kattığı şeyler olduğu düşüncesi var hala üzerimde. Belki çoğumuzun okuduğu Deltalarda, Heyoolarda anlatılan ve okurken bize ilham aşılayan hikâyeler gibi bir hikâye yazamadık hatta hikâyemiz 1961 yılında üretilen Devrim’in hikâyesine benzese de yeni bir tanesini üretemememiz için Tilkilerin içinden gerçek anlamda geçemememiz için hiçbir sebep olmadığının bilincindeyiz. (İNŞ CANIM YA)
Son olarak başladığım şekilde bitirmek istiyorum; “cinci nao cinci kazandanasağu maoğa deam.”
Gökhan Bayraktar